
En yalın tanımıyla psikoz, gerçekliği değerlendirme yetisinde bozukluktur.
Peki “gerçekliği değerlendirmenin bozulması” gerçek hayatta nasıl karşımıza çıkar? Bu bilgiler gerçek hayatta ne işe yarayacak?
Şöyle ki, kişinin algılamaları, düşünceleri kimi zaman davranışlarını da içerecek şekilde bozulur.
Aslında bu durumda kişide “otizm” diye adlandırdığımız “içe kapanık, kendine özgü” kurulu dünyasında her şey doğru ve sistematiktir ama bu dış dünya (gerçeklik) ile bağlantısı doğrultusunda bize normal ya da anormal bir yaşantı olarak gelir.
İçindekiler
Gerçek Hayatta Psikoz Nedir?
Örneğin: Kötülük görme, takip edilme, alınma hezeyanları olan bir birey için;
- yoldan geçen sıradan bir insanın bakışları tehdit,
- bankadan gelen bir posta bomba,
- televizyondan söylenen herhangi bir söz onun için söylenmiş gizli öldürülme emri olabilir.
Birey bu durumda gittikçe içine kapanabilir, evinden dışarı çıkmak istemeyebilir, her yeri kilitleyebilir ya da üstüne gidilirse agresifleşebilir. Gizli düşmanlarına saldırabilir.Dışarıdan tuhaf, garip, bizar diye nitelenen davranışlar içerisinde bulunabilir.
Demin de bir örneginden bahsettiğimiz durum bir bozukluk grubudur ve sadece algılamalarda, düşüncelerde bozukluk yaparak günlük işlevleri çok zorlamayacak bir şekilde ortaya çıkabileceği gibi tamamen işlevselliğin bozulduğu bizar nitelikli davranışların sergilendiği, kişinin zaptedilmesinde zorlandığı bir durum şeklinde de ortaya çıkabilir.
Biyo-Psiko-Sosyal Birey Ne demek?
Biz ne’yiz? Ne durumdayız? Biyopsikososyal uyum nedir, nasıl bozulur?
Öncelikle buna biz kimiz diye başka bir soruyla cevap vermek istiyorum.
“Biz” yani hayatını idame ettirebilmek için asgari standartları ve asgari toplumsal uyumu yerine getirmek zorunda olan ve getiren bireyleriz.
Demek ki günlük rutinde işlerin dönebilmesi için “sosyal bir uyum“dan bahsedebiliriz.
Bunun yanında sosyal zemini oluşturan her bireyin kendi iç dinamiğinin yanı sıra ruhsal yapısının da bu asgari standartlar için uygun olması gerekir ki burada da devreye “psikolojik uyum” girer.
Aslında terimler birbirine kökten bağlıdır ve bir bireyin “psiko-sosyal uyumu“nu gerçekleştirebilmek için bedensel sıhhate de ihtiyacı vardır ki; burada çerçeve tam olarak çizilir.
Biz “biyo-psiko-sosyal” anlamda tam bir uyum içerisinde yaşamak için gerekli asgari standartları yerine getiren varlıklarız.
Buradan ulaşmak istediğim psikiyatrinin insanı bu model üzerinden ele aldığıdır ve bu uyumun iki uç noktası tariflenmistir.
Nevroz <-> Psikoz
Nevroz, en yalın haliyle gerçekliği değerlendirme yetisinin normal olduğu öngörülen ruhsal zemindir
Psikoz ise en yalın haliyle gerçekliği değerlendirme yetisinde bozukluktur.
Bireyler yani bizler genel itibariyle bu çizgide yani spektrumdadır. Biyopsikososyal tam uyum hali nevrotik basamağın en altı; tam uyumsuzluk hali psikotik basamağın en üstüdür.
Peki Biyo-psiko-sosyal uyum nasıl bozulur?
Bu aslında hem zor hem kolay bir soru.
Soruyu başka bir şekilde “Bir insan nasıl olur da psikotik atak yaşar (psikoz durumuna geçer)?” şeklinde de sorabiliriz.
Öncelikle burada şunu da belirtmekte fayda var psikiyatrinin özelinde normal tıbbi dilde alışık olunan “hastalık” terimi yerine “bozukluk” terimi kullanılır.
Bu demektir ki sadece organ ya da doku sisteminin işlev kaybından değil aynı zamanda bireylerin “günlük yaşamdaki uyum yetenekleri”nde de bir kayıp vardır ve “bozukluk” temelde bu durumu nitelemektedir.
İnsanoğlu modern psikiyatrinin gelişmesiyle birlikte bu bozukluk gelişimine tek yönlü bakmaktan sıyrılmıştır. Yani burada multi-faktoriyel bir durumdan söz edebiliriz.
Genetik biliminin gelişmesi bize psikiyatrik bozuklukların ailesel şekilde nesilden nesile aktarıldığını ve bir genetik yük oluştuğunu; bozuklukların ortaya çıkışında sadece bu durumun değil aynı zamanda anne karnında başlayan gelişim sürecinden, doğuma, bebeklik, çocukluk, ergenlik dönemlerinde çevresel maruziyetlerin (beslenme, barınma, sevilme, travma, alkol – madde maruziyeti vs) genetiğimizde bulunan eksiklikleri ortaya çıkarmada bir nevi kolaylaştırıcı faktör olduğunu göstermiştir.
Örneğin; 20 yaşında psikotik bir kırılma yaşayan genç bir erkeğin/kadının
- aile öyküsü,
- çocukluk çağı ya da o anki travma öyküsü,
- alkol – madde kullanım öyküsü,
- ek bedensel hastalıkları,
- sosyal – duygusal ilişkileri
vs bu kırılmada önem taşır.
Delilik nedir? Psikiyatri’de bir karşılığı var mıdır?
Aslında psikiyatride böyle delilik gibi bir tabir/kullanım yoktur.
Az önce de bahsettiğimiz gibi bahsedilen durum bireyin dışarıdan tuhaf, saçma görünen davranışlar içerisinde olması; farklı bir algılama ve düşünce yapısı içinde olmasıysa bu duruma psikoz diyoruz ve bu bir dizi bozukluk tanımlamasının genel ismidir. Şöyle ki;
Psikoz derken öncelikle
Akut /Geçici/Kronik mi diye süre olarak ayırmak isteriz ve bu durum içinde ilk kez mi yoksa birden fazla mı olduğu sorusu aklımıza gelir?
Genel olarak Şizofreni, Bipolar Bozukluk vs kullanımlar en az 6 aylık bir klinik izlem sonucu yavaş yavaş tanısı belirginleşen durumlardır.
Burada mesele hasta ve yakınları için tanıdan ziyade tedavi sürecidir. İşte sürekli psikiyatri camiasında hastanın sosyal desteği diye tariflenen hasta yakınlarının burada çok büyük önemi vardır. Çünkü ilk kez ya da değil böyle bir durum olduğunda hemen hekime başvurmalı verilen tedaviye harfi harfine uyulmalıdır. Böylelikle kimi korkutucu görünen tablolar birkaç gün içinde geçmekte ya da kronik bir hastalık başlangıcı bile olsa en başından kontrol altına alınarak hastanın normal yaşama uyum yeteneği, işlevselliği en az düzeyde etkilenmiş olmaktadır.
Psikoz Tedavisi
Peki hocam tedavi dedin ama ne kadar kullanmak lazım? Ömür boyu mu kullanacağız 😱? Çok ilaç kullanmasak olmaz mı, onlar bağımlılık yapıyormuş, daha kötü hâle sokuyormuş evladımızı! Hipnoz, terapi onlar olmaz mi, olmadi hocaya okutsak? Bi de “şok tedavisi ” diyorlar amann ha onu yapmayın hocam?
Ardı arkası kesilmeyen sorular…
Hele ki çevrede sürekli danışılan bir takım bilmiş kimseler varsa…
Öncelikle bu sorular nasıl sorular; hekim ne diyorsa yap demeden önce; hasta ve yakınıyla empati kurmak çok önemli bir durumdur. Çünkü “psikotik atak” yaşanması hasta icin travmatik olmakla birlikte; hasta yaşadığı durumun farkındalığına olmadığı için ilk tabloyla bilinçli bir şekilde maruz kalan hasta yakınlarıdır ve bunu ilk defa yaşama durumunda hasta yakınları tarafından dehşet verici bir durum şeklinde nitelenebilir. Korkulabilir, kişilerin olayları yönetme kapasitesine göre durum belki bir nebze kontrolden çıkmış gibi görünebilir. Öncelikle bütün bunların hepsi insancıl tepkilerdir ve bu şekilde yaklaşılmalıdır.
Bundan sonra artık sorulara geçebilir durumda oluruz.
Ne kadar süre ilaç kullanmalıyız?
Öncelikle ne kadar süre ilaç kullanmak lazım hocam? sorusunun cevabı; Tedavinin iki aşamalı olmasında yatmaktadır.
Bir psikotik atak tablosu ile gelen hasta öncelikle atak döneminde kesinlikle hekim kontrolünde – gerekirse bir klinikte yatışı yapılarak, verilen tüm tedavileri eksiksiz almak durumundadır. İlaç, EKT vs. (Atak süresi ort. 2 haftayı bulabilmekle birlikte süre kliniğin gidişine göre uzayıp, kısalabilir!)
Atak sonrasında bir de koruyucu tedavi denilen en az 6 ay olmak üzere hastayı izlediğimiz hem ilk defa yaşanan süreçlerin tanısını netleştirmek, hem atak tekrarını önlemek, hem de hastanın olası kognitif yıkımının (dikkat, konsantrasyon, bellek, günlük işlevler vs) önüne geçmek için ve de hastalık/tedavi süresi/miktarı öngörüsünde bulunabildiğimiz çok çok önemli, uyulması gereken bir koruyucu tedavi donemi vardır. (Buradan da sonraki soruya da cevap vermiş olduk 😊)
Çok ilaç kullanmasak olur mu derken?
Şöyle ki zaten fazla ilaç kullanmamalıyız. Hekimin önerdiği yeterli süre ve miktarda ilaç kullanmalıyız.
Burada başta da dediğim gibi hasta ve yakınlarına defansif yaklaşmamak gerekir.
Tedavi protokolü ve hastalık süreci olabildiğince açık ve temel düzeyde anlatılarak ne gereksiz umut ne de gereksiz umutsuzluk durumu yaratmaktan kaçınmak gerekiyor.
Zaten hali hazırda akut ve koruyucu dönemlerdeki ilaç kullanımı doz/süre/miktar acısından birbirinden farklılık göstermektedir.
Akut dönem tedavisi nasıldır?
Akut dönem tedavisi; hastanın bir an önce atak durumunu atlatabilmesi için yapılan daha yoğun gerekirse EKT tedavisinin kullanıldığı bir tedavi protokolüdür.
Çünkü bu süre uzadıkça hastada oluşturduğu organik ve ruhsal yıkım; hastanın sonraki süreçlerini etkilemektedir.
Toplumumuzda psikiyatri hastalıkları sadece psikolojik bir durum olarak düşünüldüğü için kendiliğinden geçmesini beklemek, okutmak, farklı arayışlara yönelmek gibi yöntemlerle çok sık karşılaşılmaktadır.
Ancak başta da söylediğimiz gibi insan biyo-psiko-sosyal bir varlıktır. Bu ataklar buradaki uyumun bozulmasıyla ortaya çıktığı gibi; buradaki dengenin kurulmaması kişinin kısır bir döngüye girilmesine sebep olur.
21. yüzyılda gelişen sağlık teknolojisi ile birlikte artık biliyoruz ki psikiyatrik bozukluklar şiddetine bağlı beyinde bazı değişiklere sebebiyet verebiliyor.
Bu etkilenmeler zamanla bir kar topu gibi büyüyüp kisinin tedaviden daha az fayda görmesini, günlük yaşama uyumunun daha az olmasını, kendi kendine yaşamını idare etmesinin önüne geçebilecek bir durum oluşturuyor.
Koruyucu dönem tedavisi nasıldır?
Koruyucu dönem tedavisi; olarak ise bakılan durum hastanın atak dönemini atlattıktan sonra oluşan kısmı ya da tam iyilik durumunun sürdürülebilir olmasıdır.
Burada da yine ister istemez sosyo-kültürel etmenler devreye giriyor.
Toplumun psikiyatrik hastalıklara bakış açısı, hasta yakınlarının stigmatizasyon yani damgalanma korkusuyla “korkunç” olarak görülen atak dönemini atlattıktan sonra bir daha psikiyatri kliniğinin kapısından geçmemek şeklinde şekilleniyor.
Oysa ki bu durum en çok hastaya ve dolayısıyla hasta yakınlarına zarar veriyor; tabiri caizse bir ömür bu toplum kaygısıyla heba oluyor.
Koruyucu dönem tedavisi olarak addedilen bu dönem az önce de bahsettiğimiz gibi hastanın iyilik halinin sürdürülebilirliği açısından olmazsa olmaz bir durumdur.
Modern psikiyatri de bugün itibariyle biliyoruz ki psikiyatri de modern tıbbın çerçevesi içerisinde tanımlandığı gibi bir başlayıp biten bir hastalık tanımı yerine zamana yayılan bedensel ve ruhsal etkileri olan ataklar halinde gelen bir bozukluk durumundan bahsediyoruz.
Bu da bize gösteriyor ki ilk kez yaşanan bir atak durumu 2. , 3. hatta 4. ve 5. ataklar için bizleri tetikte tutmalı, hastaların bir an önce klinik tedavi, takip ve izleminin yapılması sağlanmalı, sonraki süreçler için hastanın poliklinik takibi aksatılmamalı, ilaçları düzenli kullanması sağlanmalı, sosyal desteği mümkün olduğunca saglanmalıdır.
Bu yazılanlar bir anda okunduğunda göz korkutur gibi olmakla birlikte aslında olay çok sade ve basittir. Bu kurallara uyan hasta ve yakınları içerisinde bir kez atak yaşamış, zamanla ilaç dozları azaltılmış ve hatta kesilmiş olup neredeyse tam bir sosyal uyum içerisinde evlenen, iş kuran birçok insan vardır.
İlaçlar daha da delirtir mi?
İlaçlar daha kötü hâle sokuyormuş evladımızı? şeklinde bir yanlış algı da mevcuttur.
Nasıl ihtiyacı olmayan kişiye ilaçların bir faydası olmayacağı gibi ihtiyacı olan bir kişiye de ilaç vermemek aslında kelimenin tam manasıyla bir zulümdür.
Modern farmakolojik çalışmalar sonucu üretilen ilaçlar; hastalık yoktur hasta vardır düsturu gereği modern tıpta kullanılırken hastalık özelinde değil bugün artık birebir hasta özelinde kullanılmaktadır.
Burada dikkat edilen nokta şudur; yarar-zarar oranı ve yan etki profili.
Hastanın ilacı kullanması sonucunda göreceği fayda terazide ağır basıyor ve yan etki profili kabul edilebilir kısımda kalıyorsa artık ilaç hastanın kullanımına sunuluyor. Modern Psikofarmakoloji yani psikiyatrik ilaç bilimi de bu durumdan farklı değildir.
Gel-gelelim insanlar psikiyatrik ilaçlar hakkında neden farklı bir algıya sahiptir?
Burada gözden kaçırılan nokta hastanın akut bozukluk dönemindeki dağınık durumun içerisinde ya da prodromal dönem dediğimiz bozukluğun başladığı ancak şikayetlerin belirginleşmediği dönemdeki negatif semptom olarak adlandırdığımız durumların fark edilmeyişidir. (İçe kapanma, ilgi istekte azalma, duygusal çökkünlük vs).
Bozukluğun başladığı dönem ile tedavi süresi arasındaki tedavisiz süre ne kadar uzarsa bu semptomlar kalıcı olmaya başlamakta, ilaçların bu durumlara etkisi son derece azalmaktadır.
Bununla birlikte tedavide kullanılan ilaçların da kısmen bu semptomlara sebep olması, kişiler tarafından hastanın durumunu tamamen ilaçlara bağlamaya itmekte ve tedavi uyumunu zorlaştırmaktadır. Oysaki tedavi kullanımı psikotik dağınık durumu ortadan kaldırmakta ve bu durumdan kaynaklanan ikincil depresif semptomları oluşmadan önlemektedir.
Peki hocam hipnoz, terapi yapsak ama sakın şok vermeyin, olmaz mı?
Burada aslında yine bir yanlış algı karşımıza çıkıyor.
Modern psikiyatrik yaklaşımda psikotik hastaların tedavi süreci öncelikle akut ve kronik süreç olarak ele alınır. Bu süreçlerde ilaç tedavisi ve gerekirse EKT uygulanır.
EKT her hastaya en baştan uygulanan bir tedavi yöntemi olmamakla birlikte dağınık ve retarde hastalar için gerekli olduğu durumlar doğmaktadır ve bugün artık Anestezili EKT ile hastalar kısa süreler ile acısız bir şekilde tedavi olabilmektedir.
Terapi ise daha farklı bir süreçtir ve tedavi planlaması içerisinde belli bir düzeye gelinen hastalara yararı olduğu düşünüldüğü takdirde çeşitli ekollerin uygulamaları elen alınarak uygulanır. Hipnoz da bu terapi yöntemlerinden biridir.